İş vesilesiyle 2 günlüğüne Silifke'ye gitmem icap etti. Uçak fiyatları otobüs fiyatlarıyla yarıştığından Adana'ya gidiş geliş bir uçak bileti aldım ucuz tarafından. 29 Ekim perşembe günü sabah saat 7:20 de Adana'ya doğru havalandık, yaklaşık 1,5 saatlik bir uçuş. Planım Adana havalimanından bir araba kiralayıp Silifke'ye gitmek. Azıcık pazarlıkla günlüğü 65 liraya bir Fiat Punto (2009) kiraladım. Dizel olduğundan yakıttan tasarruf edeceğimin altını çizdi kiralayan arkadaş. Nitekim 600 km yolculuğu 80 liralık yakıt harcayarak bitirdim (0,13 tl/km).
Adana'ya vardığımda hava İzmir'den daha sıcak ama kapalı idi. Arabayla Mersin yönüne nasıl çıkacağımı öğrendim (normalde yurt dışında mutlaka bir yol haritası verirler araç kiralama firmaları bu konsept daha Türkiye'ye gelmemiş). Hemen benzin aldım sonrasında Adana Mersin otobanına çıkmak kolay oldu. Saat 10:30 u bulmuş idi. Fazla basmadan öğlene doğru Silifke'ye vardım. Yol çok rahattı ve manzaralar pek keyif vericiydi. Bereketli tarlalar, bir yanda Toroslar diğer yanda Akdeniz ve en son Kız kalesi mest bir halde Silifke'ye vardım.
Bizim Ağa ile buluştum, yirmi yıldır iş yaptığımız ama yüzünü hiç görmediğimiz biri. 70 yaşındaymış meğer ! Telefonda hep 40-50 yaşlarında gibi gelirdi sesi. Topallıyor, 1952'de menenjit olmuş önce 120 gün sonra da 60 gün hastanede yatmış (neden ay hesabı değilde gün hesabı yaptığını düşündüm o an). Atladı arabaya gideceğimiz yönü tarif etti : Toros'lara çıkartacağım seni !
Toroslara kıvrıla kıvrıla çıkan yol o kadar güzel manzaralarla bezeli ki ister istemez heyecanlanıyor insan. Açtım camı püfür püfür esiyor, hava tertemiz sarhoş edici. Önce kendi evine götürdü beni, karısı ve kızı bahçede çalışıyorlardı. Benim ürünlerin nasıl işlendiğini görmek istediğimi bildiğimi için hazırlık yapmış beni bekliyorlardı. Tanıştık, konuştuk. Kızı, babasıyla bana bir kahve yaptı köpüklü, içtik. Ev bir tepede kurulmuş, 50 metre ötesine de bir baz istasyonu kurulmuş. Dedim bu ne, rahatsız olmuyor musunuz bundan diye sordum, 3 yıl önce takmışlar o zamandan beri köyde "gizli guatr" hastalığı baş göstermiş. Doktor olmadığımdan böyle bir olasılığın olup olmadığını tartamadım ama bu istasyonların zararlı olduğunu bir çok yerde okumuştum. Bu aralar Alsancak'ta sokak aralarında istasyonu kurup etrafını bir kutu gibi örüyorlar kimse de onun bir baz istasyonu olduğunu anlayamıyor. Ying Yang işte, cep telefonunu teknolojisinin faydalarını kullanırken bir yandan da sağlımızı bozuyoruz.
Neyse, sonra gezindik bir bir dağ köylerinde, ürünün nasıl toplandığını sonrasında nasıl işlendiğini gördüm. İşte o zamandır ki köylü kadınların ve erkeklerin elleri dikkatimi ekti. Hepsinin elleri kocaman, içi sert ve nasırlı, dışı hiç hayatında krem sürmemiş gibi kurumuş çizgi çizgi, içi dışı kirli simsiyah, tırnaklarının etrafı toprakla dolmuş sanki derz gibi. Sonra kendi ellerime baktım, şaşırdım..bizim oradaki kadınların ellerini tırnaklarını düşündüm manikürlü, şaşırdım.
Kısa süre kalacağımızdan öğle yemeğini atladık köyleri gezmeye devam ettik, insanlarla konuştuk. Bizim Ağa (bugüne kadarki deneyimlerimi da doğrulayarak) büyük şehirden onu ziyarete gelen birine etrafı gezdirirken diğer köylülere azıcık hava bastı. Akşamüstü bir haber geldi büyük ablası beyin kanaması geçirmiş doğru acil'e yollandık, bekleştik. Sonra hastanın evine gittik ağlayanlar vardı. Sonrasında sessiz bir oturuş bekleyiş oldu bir odada oradaki erkeklerle birlikte. Kadınlar ayrı bir odada oturuyorlardı ve vırvırvır hiç durmadan konuşuyorlardı. Bizim erkek odasında ise çıt çıkmıyordu herkes ayrı bir yöne bakıyordu ve kimse konuşmuyordu. Bir ara iş konuşuldu sonra yine tekrar uzun bir sessizlik.
Henüz kalacak yer ayarlamadığımdan kalktık, merkezdeki Göksu (2**) otelinde öğrenci olduğumu sıkı sıkı vurgulayarak 50 tl olan tek kişilik oda kahvaltı ücretini önce 40 tl ye sonra da 35 tl ye indirerek anlaştık. Otelde ve odalarda wi-fi internet vardı, şaştım kaldım. Geçen ocak ayında da Anamur'da kaldığımız otelde wi-fi internet var idi onu hatırladım. Akdeniz'de internet önemli bir husus herhalde dedim.
Bizim Ağa'yı ve karısını köylerine bıraktım hava kararmıştı, ben merkeze geri geldim. Öğleyin de yemek yemediğimden buralarda ne yenir diye bir kaç kişiye sordum, pek özel bir şey yok dediler. Balık yemek istersen Narlıkuyu'ya git, güzeldir dediler. Atladım arabaya, yakın bir yer zannettim 20 km imiş git git bitmedi. Bu arada İzmir'de de balık hali ve restoranlarının olduğu yer Narlıdere ya, burada da Narlıkuyu şu Narlı lafına takıldım bütün yol.
Narlıkuyu herhalde hem merkezden uzak olması dolayısıyla hem de sezon dışı olması dolayısıyla boştu. Toplamda 10 kadar restoran vardı bir körfeze yerleşik yan yana yan yana. Lagos restorana oturdum 4-5 masası doluydu. Balıklara bakayım dedim buzluğun oraya bir gittim, çat elektrikler kesildi. Paşa paşa yerime döndüm deniz kıyısındayım ama bir baktım altımızda denize sıfır (yani suyla iskele hemzemin, su ancak kağıt yüksekliğinde iskelenin üzerine taşmakta) iskelede muhabbet kuşları orta yaşlı bir çift rakılarını yudumluyorlar, ay ışığında elektriklerin kesilmesinden hiç te şikayetçi değil.
Elektrikler geldi, tekrar buzluğun oraya gittim, burada hangi balık yenir dedim, Lağos dedi, çocuk. Kesti bir parça 25 lira dedi 400 gr.lik parça için. Anlaşılan çok ucuz bir akşam yemeği olmayacak dedim içimden. Bir porsiyon kalamar bir de salata söyledim, nedense bir tane de bira (iki yudum içtim bıraktım sonradan). Lağos gelene kadar kalamar salata bir de getirdikleri fix mezelerle felaket doydum zaten sabahtan beri hiçbir şey yememiş idim. Lağos'u zorla doldurdum mideye, pek te hoşuma gitmedi aynen kalamar gibi pişirmişler un+yumurta. 40 liralik hesabi ödeyip çıktım.
Silifke'ye vardığımda saat 9 gibiydi sanırım, bir açık dükkan olarak Migros'u gördüm, biraz meyve aldım, bir iki çikolata, bilim teknik ve de seyahat dergisi. Otele döndüm, oda meğersem nehire bakıyormuş. Çok rahat bir oda/yatak olmasına rağmen çok rahat bir uyku çekemedim, seyahatlerin ilk geceleri hep böyle oluyor, kendi yatağına alışmışlığın yan etkileri..
Ertesi sabah otel'in kahvaltısı pek birşeye benzememesine rağmen azıcık bir şeyler atıştırdım, tekrar vurdum Toroslara. Ağayı aldım gezindik yine dağ köylerinde. Bana defne sabunu hediye etti oradaki bir kahvenin sahibi.
Öğleyin ağayla işimiz bittiğinde helalleştik, ben aşağıya Silifke'ye doğru yavaş yavaş indim yine pencere açık, artık son bol oksijenli havayı ciğerlerime doldura doldura.
Silifke'de bir restoranda öğle yemeği yedim, adana kebap pek bir şeye benzemedi. Yoğurdundan medet umdum hani Silifke'deyim ya, onda da bir numara yoktu. Silifke'nin yoğurdu sadece bir kafiye sanırsam.
Adana'ya doğru arabayı sürerken solda "Cennet Cehennem Obruğu" ayrımını gördüm. Ulen dedim kaç kilometredir acaba hiç de bilgi yok. Deneyelim görelim ! Bir baktım 2-3 km imiş sadece, pıt diye vardım oraya. Cennet obruğu pek te etkileyici değildi ama Cehennem obruğu nefes kesici idi. Pek te sağlam görünmeyen bir platformdan obruğun içine bakabiliyorsun ama nasıl korkutucu bir şey anlatması güç, doğa karşısında kendini bu kadar küçük bu kadar savunmasız hissettiğim pek az yer olmuştur. Diğer ziyaretçilerin de nefeslerinin kesilmelerini bu devasa çukurdan korkmalarını izledim, çok komikti.
Sonra yola geri koyuldum akşam 8 de uçak var yetişmem gereken. Yolda kız kalesinde durdum izledim selam verdim, çok güzel görünüyordu gün batımında. Yolun geri kalanı acayip bir sağanak yağışla tıngır mıngır zor gittim. Adana hava limanına vardığımda saat henüz 6 idi. Arabayı teslim edeceğim kişiye hava limanında yemek yiyebileceğim bir yer olup olmadığını sordum, abi sen arabayı bırakma şimdi git bir yemek ye gel dedi. Birbiçer diye bir kebapçıya yolladı. 10 dakika sürdü arabayla.
İçerisi kalabalık idi, ocakbaşı gibi ama fastfood havası da var. Garson çocuk geldi hızlı hızlı ne olduğunu saydı ama aklımda tutamadım zaten et yiyicisi değilim pek. Baktı anlamadım bir daha saydı listeyi, gene anlamadım. Dedim menü var mı, menü yok. Acısız adana dedim artık ne diyeyim, beyti nedir desem ayıp olacak.
Pek te parlak olmayan bir kebab yedim, dedim Adana'nın kebabı da fos çıktı. 2-0 bitti bu maç.
Hesabı ödeyecem gittim kasada esmer mi esmer benim yaşlarımda topluca biri. 9 lira istedi, ödedim. Baktım adamın arkasında bir sürü simaları tanıdık gelen adamların portresi var çerçeveli, bir tanesi böyle suudi kralı gibi duruyor kafasında tülbent ve siyah yuvarlak borusuyla, bir tanesi apoleti yıldızlarla dolu bir subay (korgeneral midir nedir diyorum içimden). Sonunda dayanamadım sordum dedim bu kişiler kim, burada yemek yemiş ünlü kişiler mi, diye. Adam durdu durdu, bunlar bizim aile büyüklerimiz dedi :)
1 Kasım 2009 Pazar
Adana'dan Silifke'ye (Ekim 2009)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 yorum:
Manikürlü bir eli tarlada düşündüm de:P Tercih yapacak olsam, manikürlü eli pek umursamazdım.. Karnını doyurmak için ter akıtanın yeri ayrı ne de olsa..
Takılıp düşündükleriniz ise enteresan bir keyif vermekte:))
Umarım yollarınız hiç tükenmez..
yollara devam,güzel anlatıyorsunuz.
www.geziyorroz.blogcu.com,bak bakalım ben nasıl anlatıyorum,biraz acemiyimde.
hoşça kalın.
Yorum Gönder