12 Aralık 2008 Cuma

Dalyan - Patara - Kaş (7-11 Aralık 2008)

Bayram münasebetiylen düştük yeniden yollara. Önce Dalyan'a, oradan Patara'ya en son Kaş'a uğrayıp gerisin geri İzmir'e.



















Zakkum Pansiyon - Dalyan (gecesi 35 ytl - manyak bir manzara - ortak mutfakta yemek pişirme imkanı - pansiyonun kendi botuyla nehir gezisi)


















Yanımda gitarımı götürmüştün, Ortaçgil'in şarkısını daha iyi anladım..

Dalyan deltası
Kafam biraz karışıktır oldum olası
Neden bilinmez
Denize doğru, yüzlerce yol var
Ama hangisi doğru hangisi çıkmaz

Aman, sen bir yana ben bir yana
Ayrı düşmüşüz yan yana

Karşımız deniz
Yardım et yoksa gidemeyiz
Kıyıda bir saz gibi yalnızlık olmaz
Dalyan deltası yaşamın ta kendisi
Düğümdür dokusu
Öyle kolay çözülmez
























Dalyan'dan önce fethiyeye oradan da patara otobüs. Patara sapağından 3-4 km lik bir yürüyüş gerekiyor pansyonlara ulaşabilmek için.

4 Ekim 2008 Cumartesi

Sivas-Tokat-Ordu-Samsun (2-6 Ekim 2008)

Tokat'ın doğasını uzun zamandır çok merak ediyordum, o kadar çok çeşitli ürün yetişiyor ki bu yörede.. Bundan 1-2 ay kadar önce de Tokat'a 100 km uzaklıktaki Sivas'a, İzmir'den ucuz bir uçak biletine denk gelmiştim sunexpresste (49 ytl) ve tam da bayram ortası kimsenin yola çıkmayacağı bir vakit.

Sabah 06:05 uçağına bindim, uçağın dörtte biri boştu, çekik gözlü 15-20 kişilik bir gurup ta vardı (kapadokya'ya gidiyor olmaları kuvvetle muhtemel). Uçak önce Sivas'a uğruyor bir kısım yolcuyu indiriyor ve bir kısım yeni yolcuyu alıyor, oradan Kayseri'ye uçuyor ve de tekrar İzmir' dönüyor.

























Hemen yan tarafımda enteresan heyecanlı yaşlıca bir çift vardı. Uçak piste indiğinde amca o kadar mulu oldu ki elleri patlarcasına alkışladı pilotu. Daha sonra da ellerini oksijen maskelerinin düşeceği yere kadar kaldırıp bir dua okudu, ellerini yüzüne sürdü.. Uçaktan ininceye kadar da "dup tıs ıp tıs" ağzıyla elektronik tempolar tuttu durdu, hafif kırıkmış gibime geldi.

Uçak Sivas'a gelmeye yakın pencereden çok güzel karlı ve yüksek dağlar görünüyordu..keyiflen izledim etrafı. Uçak ta pek enteresan bir taşıma aracı diye düşüncelere dalıyorum, yerin 10.000 metre yukarısında, 800 km hızla seyrederken, etrafı evde televizyon izler konforunda izleyebilmek... 2-3 saat bu kapalı kutuya biniyorsun, azıcık sallanıyorsun, başka bir dil bambaşka bir coğrafya karşına çıkıyor.

Neyse Sivas'a indiğimizde hava İzmir'e göre baya serindi (ağızdan buhar çıkaracak kadar). Havaalanında robokop misali yapılı ve güneş gözlüklü polisler sıra sıra dizilmişti çantaları alacağımız hole giden yol üzerinde, garipsedim. Çantam geldi, dışarıdaki servis aracına bindim 8 ytl ye Sivas merkeze taşındım. Aynı sevis'e bindiğimiz alternatif görünümlü bir kıza burada neler yapılır gibisinden soracaktım ki kulaklıkları takıp müzik dinledi yol boyunca, servisten indik pek hızlıca uzaklaştı..Neyse dedim.

Etrafıma bir bakındım, bir baktım Sivas kongresinin yapıldığı binanın önündeymişim. İçeri daldım saat tam 08:30 idi, müze yeni açılmıştı (perşembe, bayramın 3.günü, hayret verici) girişte memurlar kahvaltı ediyorlardı pide peynir vs.. ben de acıkmıştım bayaa, sordum hemen buralarda nerede kahvaltı edebilirim diye. Buyur etti bir tanesi, gel dedi hepsi organik bizim köyden. Biraz pide kopardım biraz da peynir 3 ytl verip müzeye girdim.. Sivas tahta oyma sanatı, tarihi halıları, el sanatları, kıyafetlerinin sergilendiği (birinci katmış) gezdim, çıkarken sordu memur üst katı da gezdin mi diye yok dedim görmedim 2.katı, yukarıyı da gez dedi inkilap müzesi varmış, atatürk ve sivas kongresi ile ilgili bir sürü belge fotoğraf vardı.



















Sırt çantamı müzede bırakıp şehri dolaşmayı düşünüyordum, müzedeki memur kabul etmedi, içinde bomba olabilirmiş diye. Akşamüstü Tokat'a gideceğim otobüs firması ofisine bırak diye akıl verdi, gidip Tokat Yıldızı ndan 15 ytl ye bir bilet aldım 15:00 arabasına, çantayı da orada bıraktım.

Atatürk caddesi üzerinde fırınımsı/pastanemsi bir yere girdim, zeytinli ve patatesli börek aldım bir de çay. Bir yandan etrafta benimle yemek yiyen insanları izliyorum. Bir ara baktım işyeri sahibi vitrinindeki simitlerin üzerindeki susamları zeytinleri koparıp koparıp ağzına atıyor :) sonra da satıyor :) 2 poğaça (zeytinli+patatesli) bir çay 3,5 ytl yi verip çıktım.
























Şehri dolaşırken süpermarketlere girip çıkıyorum, İzmir'deki fiyatlarla kıyaslama yapmaya çalışıyorum.. makarna, zeytinyağı, incir, kayısı, müsli. İhtiyaç olur diye 3-4 tane hazır domates çorba aldım knorr un (askerdeyken çok içiyordum) 0,50 ytl

İstasyon caddesine ulaştım, her taraf mağaza, otel, restoran..Yolda bir Deniz Feneri ofisi vardı.


















Mağazalara dükkanlara gire çıka, insanlara sora sora, Lezzetçi diye güzel bir restoran olduğunu öğrendim, yer şehrin merkezinde idi. Bir ezogelin bir de çoban salata söyledim (mekan kebapçı bu arada) canım et yemek istemiyordu. Ezogelin de çoban salatadaki biber de felaket acı idi. Ezogelin'i içemedim garson geldi hayırdır kardeş dedi, ben dedim benim için çok acı bu sağolsun mercimek getirdi yerine. Her masaya fiks getirdikleri mısırlı bir yoğurt ta koydu masaya, onu ekmek bandıra bandıra yedim.

Şehirin göbeğinde Selçuklulardan kalma Buruciye medresesi vardı, etrafı inşaat alanı gibi çevrilerek kapatılmış, dedim heralde girilmiyor. Yapının inşaat olduğundan dolayı kapatılmış yolundan etrafını dönünce bir giriş kapısı buldum.





































Ve hayatımda gördüğüm en etkileyici yapılardan biriyle karşılaştım. Kendi kendime diyorum (ki seyahatlerde yalnız başınaysan bol bol kendi kendine konuşursun) ulen burada ne güzel konserler yapılır, felaket mistik bir yer içerisi.
























Medresenin içini kafe olarak kullanıyorlar, binanın yandaki odalarında (ki eskiden medrese öğrencileri orada konaklarlarmış) ise tahta oyma ürünleri satan bir dükkan, resim galerisi gibi şeyler vardı.

Resim galerisinde genç bir adam resim yapıyordu, adı Okan'mış, oradaki üniversitede güzel sanatlar master ı yapıyormuş. Okan'a dedim burası ne manyak bir yer, müzik yapılması şart, anlattığına göre medresede yazın konserler yapılıyormuş (ney üfleniyormuş, türk sanat müziği konserleri yapılıyormuş).



























Mekanı beğendiğimi görünce Divriğideki Ulu camii ve darüşifası girişi kapısındaki taş oymalar günün bir saati bir ışık oyunu ile "ayakta öne dogru eğilerek kitap okuyan" bir adam silueti çıktığından bahsetti ve mutlaka ziyaret etmem gerektiğinden.. 2 saat sürüyormuş yol sivas merkezden..üzüldüm çünkü malesef 3 te Tokat a otobüsüm vardı, gidemedim, sivas'a ileride mutlak bir daha gelmem gerektiğini düşündüm.

Saat 3 teki otobüsle Tokata gittim, oradan da minibüsle 45 dakikada Niksar'a ve oradan da 20 dakikada Çamiçi yaylasına. Hava bal gibi şeker gibi kokuyordu, tertemizdi ve serindi. Niksar bir ova iken 20 dakikada Çamiçi 1300 metreye çıkmıştık.

29 Temmuz 2008 Salı

Blog'un fikir babası

Kaç yıl oldu emin değilim (3-4 sene gibi olsa gerek), sandaletli seyyahın bloguna rastlamıştım internette..çok hoşuma gitmişti ve takip etmeye başlamıştım. Birkaç defa da yazdım kendisine beğenimi dile getiren ve bir gün izmir'de karşılaşmayı dileyen (izmirde yaşadığını websitesinde söylüyordu).

Kıbrıs şehitlerinde yürüyorum birgün bir baktım blogdaki resimlerdeki adam. Dur ! dedim, sen sandaletli seyyahsın. Bora abi, evet sen kimsin? dedi gayet normal olarak. Ben Sabi deyince hatırladı yazışmalarımızdan.

O gün bugündür hala görüşmekte, seyahatlerime ve blog'uma ilham kaynağı olmaktadır kendisi.

Aşağıdaki resim (ayarlanmış buluşmalar dışında) yıllar sonra şans eseri 2.kez yolda karşılaşma anı.

http://sandaletliseyahat.blogspot.com/


8 Haziran 2008 Pazar

Paris - Tours - Marseille (2-7 Haziran 2008)

5-6 Hazirandaki ESA (European Spice Association) toplantısı sağolsun yollara düştük yine...keyifle.

250 EURO luk ucuz biletle Sunexpress Izmir-Paris uçuşuna iştirak ettim 2 Haziran pazartesi akşamı. Uçakta yanımda oturan aynı liseden olduğumu öğrendiğim bir kızla sohbet ede ede 3 saati gecirdik. Şunu tanıyor musun, bunu tanıyor musun, bize şu hoca giriyordu derken laf lafı açtı, eğlendik okul anılarıyla. Bir ara hostes kız yemek servisi yaparken, bana "Tevfik Fikret limisin" diye sordu, evet dedim, o da bir üst dönemdenmiş. Şansa bak bir uçakta üç TFL liymişiz.

Pariste sadece bir gece kalacağımdan ve bunun için bir para harcamak istemediğimden, gitmeden 1-2 hafta once email listemdeki herkese Pariste beni evinde ağırlamak isteyecek bir tanıdığı olup olmadığını sordum. 2-3 yıl önce fransadan Celine diye bir kız gelmişti Çeşme'ye onu gezdirmiştim, arada bir haberleşiyorduk, onun arkadaşı Domitille diye bir kız beni kabul etti sağolsun.



















Bana verdiği tarifle 2 tane tren değiştirerek havaalanından malesherbes bulvari üzerindeki eve geldim,



















ön kapının şifresini çevirdim, apartmanın avlusuna geçtim. 5. kata çıktım. Zili çalmak istemedim, kapıyı tıklattım (gece 12). Açan olmadı. Bir daha tıklattım, ses yok. Cep telefonuylan kızı aradım, neredesin dedi ben de senin kapının önünde olduğumu sanıyorum dedim ama açan yok,telefonu kapattık, içeriden tıkırtılar gelmeye başladı ve kapı açıldı. Domitille ve 2 köpeği ile tanıştık. Yaptığı işten bahsetti biraz elektronik malzeme ithalatı yapıyorlarmış. Ona hediye olarak getirdiğim incirleri verdim. Apartman dairisinin 2.katındaki odamı gösterdi, sabah erkenden kalkacağı için izin istedi.

Oda beklediğimden iyiydi, hava izmir sıcaklarından sonra baya serince idi yine de pencereyi açtım temiz havayı çektim içime, sonra da açık bıraktım bulmuş serin havayı, yorganın altında güzel bir uyku çektim.

























Sabah uyandığımda Domitille çoktan gitmiş idi saat 9 falandı köpekler evdeki yabancıyı uzaktan uzaktan süzerekten takılıyorlardı. Ev Paris'in göbeğinde felaket büyük birşeydi, içi antika doluydu, komple bir kat idi. Ailesininmiş ama evi boşaltıyorlarmış satacaklarından. Bir sürü
kutular vardı taşınmaya hazır.




















Mutfağa baktım kahvaltı edilecek bir şey yoktu, bir duş aldım, açık olan biligisayardan iş emaillerime baktım, iki satır bir teşekkür mektubu yazdım çıktım

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Bulgaristan (14-21 Mayıs 2008)

Nessebar'daki gençlik buluşmasına gitmek üzere perşembe sabahı 04:00 te Taksim'den kalkacak otobüsüm için çarşamba akşamı uçakla İstanbul'a gittim..Akşam 8'de İstanbul'a vardım ve sabah 4'e kadar yapacak özel birşeyim yoktu. İstanbul'da gitmeyi çok sevdiğim caz kulübü Nardis'ten her hafta programları ile ilgili bir email geliyor. Şans eseri o gece de, daha önceden İzmir'de dinlediğim ve tanıştığım Yinon Muallem çalıyordu Nardis'te, o yüzden gidip dinlemek istiyordum fırsat bu fırsat. Jaki'yi arayıp davet ettim, hasta olduğu için gelemedi.Kendisinin ve Ebru'nun selamlarını iletmemi istedi Yinon'a, Yinon'la Edirne'de bir faaliyetler yaptıklarından bahsetti yakın zaman önce.. Ben de tek başıma başladım Taksim'den Galata'ya doğru yürümeye kalabalığa ve koşuşturmacaya karışarak, hayretle bakarak bu tanımadık hayatların yüzlerine, duyarak dükkanların müziklerini ve şükrederek her nefese.

Galata kulesine vardım. Çok açtım ve Nardis'te yemek yemeyi planlıyordum..bir baktım kulenin dibindeki restoranlardan birinde Yinon Muallem ve 4-5 arkadaşı yemek yiyorlardı. Yanlarına yaklaştım, hatırlamasının zor olduğunu ama İzmir'de 2-3 yıl önce bir konser sonrası tanıştığımızı söyledim, Jaki'nin ve Ebru'nun selamını ilettim. Ayaküstü biraz sohbet ettik, beni masalarına davet ettiler. Ellerinde notalar konser öncesi konuşuyorlardı rahatsız etmek istemediğimi söyledim ve o yüzden yandaki masaya oturdum. Ev yemekleri veren basit ve hoş bir restorandı.



















Müzisyenler benden önce kalktılar mekanda hazırlık yapmak için..Yemekten sonra, ben de yer bulup bulamayacağımdan emin olamayarak Nardis'e doğru yola koyuldum. Bar tarafındaki taburelerde bir yer gösterdi kapıdaki adam. Nardis'in ortamı her zaman çok etkileyici olmuştur benim için yine çok güzeldi.

Barda yanımda İsrailli bir kadın oturuyordu, tanıştık hemen konserin heyecanıyla ibranice öğretiyormuş İstanbul'da bir okulda. Sohbete giriştik İzmir'den, işlerden, cazdan, oradan buradan.. sonradan sohbete öndeki masada tek başına oturan kadın da katıldı. Romanyalı Gilda, Romanya musevi cemaatinde çalışıyormuş, İstanbul'u çok seviyormuş, her fırsatta buraya tatil'e geliyormuş ve mümkün olan her konsere gidiyormuş, İstanbul'da son bir haftada gittiği bütün konserleri saydı ağzım açık dinledim..Barda taburede oturmak pek rahatsız olduğundan, Gilda'dan masasına oturmak için izin istedim, kabul etti sağolsun.

Konser harika idi, çek cumhuriyetinde dans hocalığı yapan (sonradan öğreniyoruz yinon tanıtıyor sahneden) bir kız tutamadı kendini başladı dans etmeye müzikle, ama ne güzel dans ! büyük bir heyecanla izledim, çok ta alkış aldı haklı olarak. Harika bir enerjisi olduğunu söyledim elini sıktım çıkarken.



















Gecenin sonunda kapıda satılan Yinon'un 3 CD sini de alıp büyük bir keyifle çıktım dışarı. Taksi'ye binip Alber'in evine gittim, saat 1 gibiydi. Birkaç gece önce gelmiş Nacar ve kızarkadaşı Ece de ayaktaydı televizyon izliyorlardı. Alber benim gitarla geldiğimi görünce onun da canı çekmiş olsa gerek çıkardı gitarını beraber şarkı söyledik biraz.

Sabah'a karşı 4'te Nacar'la Taksim'deydik..ve otobüs Bulgaristan'a doğru yola çıktı.

3 günlük gençlik buluşması, hep otelin içinde geçtiğinden ve sitenin içeriğiyle alakasız olduğundan burada bahsetmiyorum. Sadece gurupla bir gün Nessebar'a günübirlik bir gezi yapıldı.

Nessebar'a gelir gelmez guruptan ayrıldım etrafı dolaşmaya çıktım. Pek turistik bir mekandı her taraf restoran ve turistik eşya satan dükkan dolu idi. Restoran'ın birinde yemek yiyen adamın biri devasa martıları besliyordu arada sırada tabağından bir parça vererek, hoşuma gitti oturdum onları izledim. Onun dışında Nessebar pek sıkıcı bir yer gibi geldi bana.



















Neyse gençlik buluşması bitti..Pazar günü otel'den ayrılırken Bulgaristanlı gençlik gurubunun liderine otobüslerinde yer olup olmadığını beni de Sofia'ya götürürler mi diye sordum. Kabul etti otobüs'ün yarısı boşmuş meğer. Böylece otogara gitmekten ve de sofia bileti icin para ödemekten de kurtulmuş oldum.

Christopher 3 ayda bir Türkiye'den dışarı çıkması gerektiğinden ve her seferinde sakız adasına gidip gelmekten bıktığından bana katılmaya karar verdi bulgaristan gezimde. İzmir'den bir gece önce otobüse binmiş ve pazar günü beni Sofia'da bekliyordu. Sofia'ya vardığında Art hostel diye bir mekanda yer bulduğunu ve orada buluşmamızı istediğini söyledi telefonda.

Sofia'ya geldim hostel'in yerini sora sora zorlanarak buldum. Adres sorduğum adamlardan biri daha 2 dakika geçmemiştiki tekme tokat bir kavgaya karıştı caddenin sonunda, koşaraktan uzaklaştım mazallah silah milah patlar korkusuyla.

Neyse zar zor Art hostel'i buldum, mekanın güleryüzlü sahibi Raina açtı kapıyı, Chris te baktım arka bahçede oturmuş bekliyor. Sıkıca sarıldık tekrar görüşütüğümüze sevinerekten. Gecelik parayı (20 Leva=20 ytl) ödeyip çarşafımı ve pikemi alıp yatakhaneye çıktık 3.kattaki, birkaç uyuyan vardı, çantamı bıraktım. Gitarımı oda da bırakmak istemiyordum çalınır korkusuyla. Raina binanın bodrum katındaki cafe ye bırakabileceğimi gece 12 ye kadar orada insan olduğunu söyledi.

Hostel'in sahibi Raina aynı zamanda bir sanatçı, bodrum katın aynı zamanda kendi sanat galerisi olarak kullanıyor, çektiği fotoğrafları sergiliyor. Ben gittiğimde serginin konusu şu idi : Raina ayağını kırmış ve bilmem kaç ay ayağı alçıda yatmak zorunda kalmış. Her resimde istisnasız Raina'nın alçıdaki ayağı ve onun yataraktan çektiği onu ziyarete gelen kişilerin resmi,enteresean bir fikir. Neyse barmen kıza gitara özenle bakmalarını rica ederekten dışarı çıktık.

Hostel'in arkasında çok hoş bir restoran vardı ve içerisi hınca hınç doluydu, hiç turist yoktu. Bir güzel karnımız doyurduk. Garson kızların hepsi çok güzel ve şık idiler. İngilize bilmiyorlardı ve en kötüsü bize felaket şekilde kaba ve soğuk davrandılar, çok şaşırdık, ama şaıracak birşey yokmuş bu soğukluk ve kabalık yol sorduğumuz ya da yolda karşılaştığımız bulgarlar tarafından bütün gezi boyunca devam etti.

Biz de turiste, misafire çok candan davranılır ya, öyle bir şey beklediğimizden olsa gerek. Neyse işte Bulgaristan da böyleymiş.

Restoranda gördük ki Bulgaristan'da patates kızartmasının üzerine beyaz peynir rendeliyorlar, çok hoş !!



















Yemekten sonra rehber kitap mitap yok başı boş dolaştık, avlulara girdik çıktık, insanlara günlük koşuşturmacaları içinde bakındık.



































Bahçenin birinde, bizdeki piknik masaları gibi satranç tahtaları kurulmuş insanlar satranç oynuyorlardı hararetli hararetli, hepsinde de kalabalık seyirci vardı..



















Akşam yemek yedik, açık hava bir bar'a gittik, Chris her zaman içmek istediği ama bugüne kadar hiç içmediği "Sex on the beach" ısmarladı.

Akşam hostel'e 11 gibi döndük, gitar sapa sağlam duruyordu bodrum katındaki barda. Barmen kıza teşekkür ettik, nereden gelip nereye gittiğimizi sordu, muhabbet muhabbeti açtı müziği çok sevdiğini ve bizim gitarla ne çaldığımızı sordu. Ben de esas sen hangi şarkıyı söylemek istersin diye sordum, benim mavi kaplı repertuarı çıkardım.

Mekandaki müziği kapattı, başladık tatlı tatlı şarkı söylemeye, 1-2 dakika geçmedi mekan sahibi Raina'da geldi, sonradan onların 2 arkadaşı daha, sonra bir japon..mekan dolmaya başladı biz kendimizden geçtik kızlar çok güzel şarkı söylediler vokal yaptılar, Chris te bu arada mekanda bir viking şapkası buldu, keyiflerimiz gıcırdı.













































Gece yatak felaket sertti hiç uyuyamadım. Sabah bizim yatakhanede kalan italyan bir çocukla tanıştık bize kuzey amerikadan güney amerikanın en ucuna kadar dökülen motorsikletiyle yolculuk yapan bir japonun hikayesini anlattı. Japon tam güney amerika'nın uç noktasına ulaşmak üzereymiş ki bir problem çıkmış ülkesine geri dönmek zorunda kalmış.
Adam yılmamış tekrar para biriktirmiş 2.kez aynı yola çıkmış kuzey den güney e amerika kıtalarını motorsikletle geçmek üzere..

Şu an dünyayı gezmekte olan pek çok insan var yollarda, yola çıkanların ne aradıklarını, ne bulduklarını ve bir süreliğine bıraktıkları günlük yaşamlarına elbet geri döndüklerinde ne değiştiği üzerine sohbet ettik..

Hostellerin her zamanki dandirik kahvaltısından (dilim ekmek, reçel, çay/neskafe) verdiler. Chris, hey gidi türk kahvaltısı diye iç geçirdi..

Tekrar yola koyulduk dolaşıyoruz başı boş. Hemen köşe başında körler yararına para toplayan bir kadınla karşılaştık.
























Kadını geçtik biraz ilerisinde eskiden de Kıbrıs Şehitleri caddesinde de bir banka yerleştirilmiş birbirleriyle sohbet eden 2 madeni heykel adam vardı, onun benzeri birşey .



















Bankın diğer köşesinde de aslında pek sarhoş gibi durmayan bir amca. Kim bu maden adamlar derken amca bana anlatmaya başladı hararetli hararetli. Şapkalı heykel Pancho Slaveika adında biriymiş, nobel ödülü almış, şiirleri varmış hatta bir kaç satır şiir tercüme yaptı hemen ayaküstü. Ulen şimdi bu satırları yazarken dedim koyayım bir şiirini nobelli adamın ama, bakıyorum da böyle birinin hiç izi yok internette :)



















Neyse, gezinmeye devam, şehir merkezinde yan yana sinagog, kilise ve cami var. Önce camiye girdik, sonra sinagoga. Sinagogun yakınında 2.el giyim eşyaları satan kocaman bir dükkan vardı, Chris daldı dükkana ben de peşinden. Alıyorsun 3-5 tişört gömlek neyse , geliyorsun kasada tartıyorlar kaç gram kumaş diye, fiyatı öyle hesap ediyorlar. 10 levaya (10 ytl) çok iyi bir ceket denk geldi (daha sonradan bu ceketi Sofia-Haskovo otobüsünde unuttum).






















Yolda yiyecek-içecek pazarı ve antika dükkanları vardı,salına salına mallara fiyatlara bakındık..
























O gün biraz daha fazla para verip (45 Leva=45 ytl) Vitosha dağı yakınlarındaki lüks diyebileceğimiz bir otelde kaldık.



















Otel'in bellboy'u gitarı görünce kendi de gitar çaldığını söyledi, bizi kalcağımız odaya götürdü, verdik gitarı bize yarım saat müzik yaptı 1 senedir eline gitar almamış ama bir zamanlar çok çalışmış müzik üzerine.



















O gece önceki gecenin uykusuzluklarından şehir merkezine gitmemeye karar verdik otelin Spa sındaki restoranda yemek yemeye çalıştık. Her zamanki gibi garson kız a yemeğimizi ısmarlamak için akla karayı seçtik, dil yok, anlamaya çalışmaca yok.

Salı günü Sofia'dan 11:20 arabasıyla Haskovo'ya otobüs'e bindik. Akşam da 19:00 da da İzmir' e otobüsümüz kalkacak.

























Otobüste Plamena diye bir bulgar kızla tanıştık. Esasen Haskovo'lu ama Sofia'da üniversite okuyormuş. Sıkı tenisçiymiş bizi tenis oynamaya davet etti, ikimizin de tenisle alakası olmadığını duyunca vaz geçti. Saat 2 bucuk gibi vardık, bizi Haskovo'nun yöresel bir restoranına götürdü, restoranda her zamanki gibi ingilizce bilen hiç yoktu. Türkçe bilen vardı, Haskovo'nun yarısı türkmüş. Bir baktım ceket yok yanımda otobüste unuttuğumu anladım. Koştum otogara, sağolsun oradaki türkler yardım etti gittik otobuslerin yıkandıkları yere, ceket sapasağlam yerinde duruyordu.

Haskovo Sofia'ya göre küçücük bir yer olduğundan burada insanlar göreceli olarak daha sıcak geldi bize..Haskovo'da dolaşırken çocuklara akülü mini arabalar kiralayan ablayla karşılaştık ben binmek istedim. 2 leva istedi, cebimizde çok az para kaldığı için ve onlarla da izmir otobusune binmeden meyve falan almak için kullanacağımızdan paraya kıyamadık, teşekkür ettik el sallaştık.




















Akşam yediye kadar etrafta dolaştık dükkanlara girdik çıktık en son meyve şokella ve ekmek alarak (yolda duracağımız restoranda kazıklanmamak için) otogar a geldik.. Otogar terminalinde uzun otobüs yolculuguna baslamadan bir restoranda WC molası verdik soda içtik. Balkon gibi bir yerde oturuyorduk. bir rüzgar ! cepte kalan 2 leva banknot uçuverdi aşağıya, ben de tek başımayım o sırada chris de wc'de çantalar gitar mitar, garson koşarak indi cadde de uçuşmaya devam eden 2 levayı kaptı geri getirdi. Soda parasının üzerine uçuşan 2 levayı garson a bıraktık, izmir otobüsüne yerleştik.

Izmir otobüsü bomboştu 9 kişi idik koca otobüste (Adam başı 35 ytl Haskovo-İzmir !! ). Otobüs felaket dandirikti titriyordu zangır zangır koltuklar o gece de hiç uyuyamadım. Edirne sınır kapısında indirildik. Nasıl sivrisinek etraf, millet binbir cambazlık sinekleri kovmaya çalışıyor, keratalar kulağına giriyor adamın o kadar fazla. Çantaları açtık gösterdik gümrük memuruna, Chris 3 ay daha kalabilmesi icin gerekli vize pulunu aldi..sabah 7 de izmir otogarinda idim.

20 Şubat 2008 Çarşamba

Mumbai - Goa (12-20 Şubat 2008)

2-3 yıl kadar önce Nasuh Mahruki’nin “Asya yolları, Himalayalar ve Ötesi” kitabini okuyordum, kara yoluyla İstanbul’dan Yeni Delhi’ye varan yolculuğunu anlatıyordu, çok etkilenmiş, hoşuma giden sözlerin altını çizerek, nerelerden geçtiğini, nerelerde kaldığını not ederek okumuştum kitabi. Tam o sıralarda Nasuh Mahruki bir seminer için İzmir’e gelmişti. Seminerden sonra ayaküstü 1-2 dakika sohbet etme imkanı bulup, kitabından çok etkilenip oralara gitmek istediğimden bahsetmiştim. “Motosikletin var mi? ”diye sormuş, yollarda bir çok seyyahın olduğunu, hiçbir şekilde çekinmeden yola düşmem gerektiğini söylemişti..

Gecenin bir vakti gelen bir telefonla “hadi Van’a gidiyoruz! ” ya da "şuraya biletim var hazırlan !" gibisinden teklifler getiren arkadaşlarım olsun istemişimdir hep.

Saat geceyarisini geciyordu Nitsa’yı aradığımda, "uyanık mısın sana ciddi bir teklifim var" diye başlamıştım konuşmaya..Haftaya salı günü Bombay uçağı için 2 tane çok ucuz bilet var, ne dersin ??

Herşey böyle başladı..

İstanbul-Bombay uçağı boştu, yayılıp yattık. Saat sabaha karşı 4 gibi Bombay’a indik, ya o günü Bombay’da geçirip akşamına Goa için trene binecektik ya da uçakla devam edip Goa ya varacaktık. Saat 06:40 uçağına yer bulabilip yetişebildiğimizden 3600 rupiye Bombay- Goa uçak bileti aldık. Ucuza kapatmıştık çünkü biz bileti aldıktan sonra, sırada bekleyen hemen bizden sonraki israillilere 6000 kusur rupi fiyat çektiler uçuş için, onlar da almadılar doğal olarak.Havaalanına girişte korkunç bir sıra vardı güvenlik araması yüzünden.



































Her Çarşamba kurulan Flea market’i (bit pazari) görmek istediğimizden ilk gün Anjuna’da kalmayı uygun gördük. Goa havaalanından Anjuna’ya taksiyle vardık. Anjuna'ya gidene kadarki ilk trafik deneyimimiz inanılmazdı, daracık bir yol ve gidiş geliş, yolda şerit merit yok, kimse sinyal minyal vermiyor keza her arabanın arkasında şöyle bir ibare var :

STOP SIGNAL
HORN PLEASE OK
















Yani sinyal minyal vermekle uğraşma ne yapmak istiyorsan korna çal. Karşıdan araba gelmesine rağmen önümüzdeki arabaları milimetrik sağlamalar, yola çıkan inekler arasında slalom, kamyonlar.. Hindistan'a hoşgeldim !

Anjuna'ya sağlam vardık. Hava sıcak 30-35 derece. Çıkardım ayakkabıları sandaletlerimi giydim. Çıktım bir yürüyüşe, etraf pislik içinde çöpler inek dışkıları falan sinekler uçuşuyor her yerde. Dolaşırken ayağımı sinek mi arı mı kestiremediğim bir böcek ısırdı canımı acıtarak. Al başına belayı dedim kendi kendime, neyse ki sinek ısırığı kadar bir şişme yaptı sadece.













Günü kalacak yer aramakla, hint mutfağıyla (özellikle ananas suyu ve veg biryani ile) tanışmakla geçirdik. Deniz girilecek gibi değildi pek çamurlu idi.

















































Anjuna'daki flea market, turistler için kurulan her türlü alternatif renk ve çeşitte ürünün sergilendiği devasa büyüklükte bir pazar. Pazarda alternatif t-shirtler, salaş gömlekler salaş pantolonlar, envai çeşit takılar, tütsüler, kumaşlar, uyuşturucu nargileleri gibi şeyler satıyorlardı.Burada herşey pazarlığa tabi çünkü turist kazıklamak esas hedef !













Plajda yürürken meyve, incik boncuk satanların dışında en ilginci, kulağımı temizlemek isteyen adamlar oldu. Elinde 2 tane demirden incecik şiş, kulağıma doğru bakıp kulağımın temizlenmesi gerektiği konusunda beni ikna etmeye çalıştılar. Hepsinden hızlıca uzaklaştım.

Pazarı gezdikten ve alışveriş yaptıktan sonra, canlı müzik icra edilen bir cafeye oturduk Nitsa ile. Müzisyenler çok sağlam çalıyorlardı ve pek bir uçmuş idiler, sahnenin önünde oturan biri 2-3 şarkıda bir müzisyenlere 1-2 fırt daha çektirip yerine dönüyordu, oturduğumuz yerde çılgın danslar icra edenler vardı.




















Anjuna'da ve genel olarak Goa'da kaldığımız yerlerde çok karga vardı, çok gürültü çıkarıyorlardı.
Plajlarda köpekler ve inekler kol geziyordu. Palmiyeler, hindistancevizi ağaçları çok görkemli idi.

Ertesi günü ayrılmaya karar verdik pansiyon sahibi bize bir arkadaşını ayarladı Old Goa’ya gitmek için. Old Goa’daki kilise ve arkeoloji müzesini gezerken feci bir kaşınma tuttu böceğin soktuğu yeri, ben de kaşıdım. Gün içinde ayağım yavaş yavaş şişmeye başladı ve nitekim en son fil ayağı gibi bir şey oldu, bileğim ortadan kayboldu ve yürürken ayağımı kıvıramadığımdan acı duymaya başladım. Yasemin’den antihistaminik bir ilaç aldım gün içinde pek bir etki yapmadı. Ama bu arada ateş halsizlik falan gibi hiçbir belirti yok sadece ayağım şiş o yüzden kötü bir şeye yormuyorum.

Palolem'e bizi, Anjuna'dan Old Goa'ya götüren taksici götürdü ekstra dan bir 1000 rupi alaraktan. Yolda Ponda diye bir kasabada durduk, pure vegetarian bir restoranda yemek yedik. Hemen yanımızda oturan 2 genç çocuk vardı menü de isimler hep hintçe olduğu için burada ne yememizi tavsiye ettiklerini sordum kendi yediklerinin aynısını ısmarlattılar bize de. Çocuklar mühendislik son sınıftaymışlar ve bir hostelde yaşıyorlarmış.

Yemekten sonra yandaki eczaneden ayağım için bir ilaç istedim, Caladryl verdi. Ayağımın kaşıntısı biraz azaldı. Akşam'a doğru Palolem'e ulaştık, pek bir kalabalık idi. Çağrı,Yasemin ve Nitsa kalacak yer bakmaya gittiler ben de eşyalara göz kulak olmak üzere bir kafeye çöreklendim kitap okudum, meyve suyu içtim.































Palolem'de dolphin trip, sunset trip, buterfly beach trip, gibisinden motorla denize açılarak yapılabilecek aktiviteler var. Biz Agonda'ya bir göz atmaya bunlarla gittik (450 rupi)
















Ertesi günü şişlik artmaya devam ettiği ve ayağım iyiden iyiye acımaya başladığı için önce fikir almak için Bora abiyi aradım, ulaşamayınca da doğrudan Agonda köyü doktorunun evine gittik.
Ortam itibariyle adamın bir doktor oranın da muayenehanesi olduğu konusunda absürd bir vaziyet vardı, hepimiz birbirimize bakıyorduk film gibiydi mekan. Tansyonuma baktı ve her böcek ısırmasına karşı yaptıklarını söylediği tetanos aşısını yaptı, antihistaminik bir ilaç yazdı 150 rupimi aldı ve gönderdi. Hindistan'a gelirken hiç aşı yaptırmamıştım buraya kısmetmiş. Doktorun maharetinden midir bilmiyorum, hemen ertesi günü ayağım iyileşme trendine girdi.




















Palolem’de kaldığımız pansiyonun (Kate's) yakınlarında bir Nepal giysileri satan bir dükkan vardı, önünden geçerken elinde gitarıyla oturmuş çekik gözlü tezgahtar arkadaşı gördüm, hem elbiselere, hem de adam ne çalıyor nasıl çalıyor diye bakıyorum. Nepallı Man Bahadur Tamang Nepal’da iş olmadığından buraya taşınmış 6-7 ay önce, bir elbise dükkanı açmış rengarenk Nepal kıyafetleri satıyor. Neyse ben de gitar çaldığımı söyleyince içeriye davet etti elinde 5 tane şarkının notaları ve akorları vardı bunları çalışıyormuş (Mrs.Robinson, No woman no cry, The Wall…gibi) bunları çalabilir misin dedi. Bir yarım saat oturduk şarkıları nasıl çaldığıma baktı. Çok hoşuna gitti. İlk defa bir Türkle karşılaştığını söyledi. 2 tane salaş pantolon alıp çıktım (200 rupi)

Ertesi gün önünden geçerken tekrar uğradım, Calico Skies – Paul McCartney şarkısını biliyor musun dedim, bilmiyordu gösterdim..ona hasta kaldı, akorlarını bir kağıda yazdı. O çalarken hoş bir gömlek çarptı gözüme kaç para bu dedim, sana hediye etmek isterim dedi. Ben dedim çok kibarsın ama ben parasını ödemek isterim 200 rupi aldı (maliyetiymiş). Nepal ürünleri rengarenk ve çok orijinal bunlara Türkiye’ye satmasını ve daha çok para kazanabileceğini söyledim. İçeriden ürünlerinin olduğu bir katalog CD getirdi Türkiye’ye dönünce bunları bir incele beraber iş yapalım diye söyledi. Vedalaştık.

Nitsalar o günü Palolem'de geçirmek istediler. Ben Agonda’ya gideceğim taksiye bindim (200 rupi). Agonda'da the Mahnamahnas diye hoş bir yerde kaldık. Agonda daha önce kaldığımız yerlere göre çok çok sakindi, çok hoşuma gitti. Bol bol kitap okudum, dinlendim. Burada deniz ve dalgalar harika idi. Sabahları erken ve akşamüstüleri bol bol yüzdüm.

Pazar akşamı 7 bucukta Canacona tren istasyonuna vardığımda, bekleşen felaket kalabalık bir çocuk ordusu vardı herhalde okul gezisinden falan dönüyorlardı. Çocuklar gelen ilk trene bindiler etraf sakinledi ben de oturacak bir yer buldum, 10 dakika sonra turist bir kız geldi oturdu. Israilli Şiran 3 bucuk aydır Hindistan ve Nepal’de dolaşıyormuş. Salı günü evine dönecekmiş artık. Baktık biletlere aynı kompartmandayız (kompartman 6 kişilik yataklı)

Israilli kiz pek konuşkan değildi ve hemen yattı kompartmana varınca. Kompartmanda Ingiltere’de doktora yapan Vikram’la tanıştım 2-3 saat sohbet ettik hindistan hakkında. Eğer bir gün Türkiye’ye gelirse aramasını söyledim kartımı verdim.

Sabah 8 gibi Bombay’a vardım, evinde kalacağım Servas ailesine gitmek için tren garından Thakurdwar’a taksiye bindim. 300-400 rupilik mesafeyi (sonradan öğreniyorum tabi) 1100 rupi tuttu diyerek turist kazığı atan taksici arkadaşlara buradan selam ederim.












Yanında kaldığım Servas ailesi tüccar bir aile idi. Vanilya, kaju, mücevherat alıp satıyorlardı .
15 yıldır Servas’a üye imişler.

Evde 2 tane hizmetçileri vardı bunlar 15-16 yaşlarında 2 erkek çocuktu. Birinin adı Çodu idi. Çodu aşağa çodu yukarı, çodu kumandayı getir, çodu yemek yap, çodu etrafı süpür, çodu köpeği gezdir, çodu masaj yap..

Çodu Baombay'a çok uzak bir köyden, köyünden kalkmış gelmiş, istese köyünde toprak sahibi olabilirmiş ama büyük şehire göç etmeyi tercih etmiş. Elinde sürekli oynadığı son model bir cep telefonu vardı. Hiç ingilizce konuşmuyordu.

Çodu ayakkabı namına bir şey giymemekle beraber, o tertemiz (!) ayak parmaklarını elleriyle karıştırmaya ve oynamaya bayılıyordu. Aynı ellerle yemeklerimizi de hazırlayıp pişiriyordu sağolsun.











Bombay'a vardığım sabah omlet yaptı bize, biz de ellerimizle bir güzel yedik evin oğlu Siddhart ile birlikte.

Siddhart'tan halk otobüsü ile 4 rupi ye şehir içinde ulaşımı sağlayabileceğimi öğrendim, evin yakınından geçen otobüs numaralarını not edip yola koyuldum.

İlk gün Bombay’a gelen herkesin mutlaka uğradığı ya da kaldığı Colaba’ya gittim. Gate of India'ya taraflarında yürüdüm, kitapçılara girdim çıktım. Her sokakta bulunan taze meyve suyu büfelerinden bol bol ananas, mango, kavun, mosambi, şeker kamışı içtim.















Hindistan'daki evsizleri ve sefaleti fotoğraflamaktan kendimi iyi hissetirtmediğinden mümkün olduğunca kaçındım ama aşağıdaki görüntü yaşanan durumu güzel anlatıyor. son model bir mercedes'in gölgesinde uyuyan bir evsiz.













Yolda yürürken bir sinagoga rastladım. İçeriyi bir kadın gezdirdi anlattığına göre Bombay'da 3 tane sinagog varmış. ikisi sefarad, biri aşkenaz sinagogu imiş. İçeride fotoğraf çekmek yasaktı. Her cuma akşamı bir gurup olurmuş mutlaka dua için.



















Akşamına evin oğlunun su topu antrenmanı vardı onunla havuza kadar yürüdüm, içeri sadece üyeler girebiliyormuş o yüzden eve döndüm, oradan eve yürürken yolda büyük bir yoga okuluna rastladım içeri daldım neler oluyor baktım sınıfların pencerelerinden. Ev sahibinin söylediğine göre Bombay’daki en önemli okullardan biriymiş.Yıllık üyelik 5000 rupi imiş. O gece ailecek evde yemek yedik, sohbet ettik.

Son sabah Mani Bhavan’a yürüdüm. Mani Bhavan, Gandhi’nin Bombay’da yaşarken kaldığı ev.
Giriş ücretsizdi. Gandhi nin otobiyografisini ve diğer yazdığı başka bir kitabı satıyorlardı müzenin girişinde.


























İp eğirmeyi sevdiğini öğrendim Gandhi’nin. Hatta ip eğirme makinesini geliştirme konusunda yaptığı buluş ile ödül almış Hindistanda. İp eğirdikçe kendisinin en fakirlere daha fazla yaklaştığını ve kendisini daha iyi hissettiği yazıyordu.

Gandhi'nin giyim kuşamının evrimi ile ilgili resimli bir tablo vardı. Sırayla çocukluğundan ölümüne kadar olan resimleri bir araya toplamışlar. Gençken fiyakalı ve sarıklı aksesuarlı giyinen Gandhi gittikçe azalan bir giyim kuşam sergilemiş. En sonunda da kendi diktiği bezi sarmalamış altına ve üstü çıplaktı, sade idi, kendi idi. 1-2 haftadır otobiyografisini okumakta olduğumdan müze daha bir anlamlı ve etkileyici geldi.

Gandhi'nin yaşamını resimlerle ve maketlerle anlatan bir sunum yapmışlar. Kitapta okuduklarımı ete kemiğe bürünmüş halde görmek hoşuma gitti. Dua etmeye giderken vurulduğu canlandırılmıştı bir makette, göz yaşlarımı tutamadım. Bu adamın hayatı dünyada barış ve doğruluk için bir ilham kaynağı idi. Hemen dışarıda sokaklarda korkunç bir kargaşa ve sefalet vardı, onun yaratmak istediği Hindistan bu muydu. Bu ev bana çok huzurlu geldi, 3 saat kadar kaldım..

Gandhijinin ölümünün ardından şu sözler yazılmış yanlış hatırlamıyorsam..

Lead me from the Unreal to the Real
from Darkness to Light
from Death to Immortality

Grant Central istasyonuna yürürken Gandhi Book Centre a rastladım, çok hoş kitapçıklar vardı Gandhi’nin yazdığı, ayrıca birkaç tane de yoga kitabı buldum hoş.

Yolda evsizler sokaklarda banyo oluyor, çamaşırlarını yıkıyor ve bariyerlerin üzerinde eşyalarını kurutorlardı.
















6 rupiye bir tren bileti aldım. Trenler çok komik, vagonların kapıları yok, herkes dışarı sarkıyor yolculukta, tepede pervaneler var serinletmek için, bir de kalkarkan işaret falan vermiyorlar zınk diye kalkıyo bindin bindin.

















Malaxmi semtinde Dhobi Gats ları görmeyi planlıyorum, Bombay a günde sadece 1bucuk saat su veriliyormuş. O yüzden Bombay’da çamaşır yıkamak için bir laundry şebekesi kurulmuş. Herkes çamaşırlarını mahallesindeki laundrylere bırakıyor, laundryler de bunları dhobi gatslarda yıkatıyor. 13 milyonluk şehrin çamaşırların yıkandığı havuzlar pek bir çamurlu suyla dolu idi, bilmem çamaşırlar nasıl temiz çıkıyor.













Dhobi Gatslardan dönerken ilk gelen trenin vagonlarından birine atladım. Tren uzaklaşırken az önce inmiş 2 tane kadın da bana dönerek “Reeriz reeriz” diye bir şeyler bağırdılar. İçeri bir baktım safi kadın var meğersem “Ladies, ladies” diyorlarmış, tren hafiften hızlanmaktaydı ama dedim başımızı belaya sokmayalım atladım trenden aşağı : )

Dönüşte Chatni Road istasyonunda inip döne dolaşa Thakurdwar’a ulaştım, yolda fantezi yapıp meyve sucu da bademli kaju’lu karışık bir kokteyl içtim 1 bucuk bardak, adam öyle hazırladı ölçüyü tutturamadı sanırım 50 rupi.










Times of India gazetesi binasının oralarada dolaştım, Plante M diye bir müzik mağazasından 2 tane Hint albümü aldım oraya bakan çocuğun tavsiyesi üzerine.

Yollarda her türlü hizmet vardı Bombay'da. Masor, berber, dişçi... Otobüs beklerken yanda birinin dişini çekiverdi dişçi sarıklı amca. Sonra hasta da, aynada baktı kendine sırıtarak güzel oldu mu diye dişsiz :)

























Aksam ev sahibi Ravindra ve esiyle Chowpati beach te yemek yedik gezinti yaptık. Vedalaştık.